Yazma hikayemin nerede başladığı sorulduğunda bir cevap bulmakta öyle zorlanıyorum ki! Sanki hiçliğin ortasında başlamış da yokluğun sonunda o da bitecekmiş gibi geliyor düşününce. Dün ilk yüz yüze atölyemi gerçekleştirdim. Senelerdir öğrendiğim her şey ellerimde somut birer tekniğe dönüşmüş gibiydi. Uzaklarım yakınıma dönüşürken omzuma dokunan iyilik perilerimin birer sihirli değnek teması gibi… Yeşim Cimcoz, Yonca Tokbaş, Özgür Karagöz Turan, Melike Pehlivan, Handan Gökçek ve Serda Kranda Kapucuoğlu; benim her biri birer yıldız olan canım iyilik perilerim! Dün yine değnekleri omzumdaydı her birinin.
Bugün ben bunları yazarken tarihimiz mayısın otuzu. Bugün İkizler burcunda bir yeni ay var. Bunu neden söyledim? Çünkü benim ilk yüz yüze eğitimimi verdiğim tarih yeni aya denk geldi. Yani 18 yaş sonrası eğitimlerden sorumlu olan dokuzuncu evimde Merkür retrodayken ve Güneş’i de orada ağırlarken tam da o evde bir yeni ay oluyor ve ben yeni bir eğitim vermeye başlıyorum! Yeni ay başlangıç demektir. Merkür retro ise sadece eskilerin geri döndüğü ya da teknolojik aletlerin arızalandığı dönem demek değildir, aynı zamanda geçmişte niyet edip yapamadığımız ya da yarıda bıraktığımız işleri tamamladığımız dönemdir. Tıpkı benim defalarca niyetlenip yapmaya cesaret edemediğim Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’ni hayata geçirmem gibi…
Astroloji hayatımızı kolaylaştıran, anlamlandıran, günlük burç yorumunun ötesinde bir alandır ve hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını, evrenin sistemini, Tanrı’nın oyun kurallarını anlamlandırmamızı sağlar. Astrolojiye bu açıdan baktığımızda tevekkül etmek kolaylaşıyor, en azından benim için böyle oluyor. Benim için astroloji ile bulduğum en önemli cevap yazmaya olan tutkumun nedeni oldu. Bunu ilk yazımda anlatmıştım. Evet, doğuştan bir yatkınlığım olduğunu artık daha iyi biliyorum ama benim de takıldığım zamanlarım oluyor. Ağlamak isteyip ağlayamıyorum da boğazıma bir yumru oturuyormuşçasına… Size de olur mu bazen böyle? Ağzına kadar dolmuş bir barajsın da kapağını açamıyormuşsun gibi… Ben bununla baş etmek için atölyede de kullandığımız yöntemi kullanıyorum. Altı dakika yazıları… Bir de Serda Abla ile yaptığımız atölyede anlattığı bir dev hikayesi vardı, onu düşünüyorum. Hikaye şöyle; “Bir zamanlar etrafı yüksek duvarlarla çevrili fakat sadece tek kapısı olan bir şehir vardı. Günlerden bir gün, vahşi ve korkunç bir dev gelip bu kapının tam önüne yerleşti. Kimse ne içeri girebiliyor ne de dışarı çıkabiliyordu. Ne zaman biri yaklaşmaya kalksa, dev ayağa kalkıp büyük bir sopayı sağa sola sallıyordu. Sonunda, kralın kendisi devin karşısına çıkmaya karar verdi. Ona doğru birkaç adım attı ama dev birden ayaklarının üzerinde sıçrayıp kulakları sağır edercesine kükredi. Kral bir an durakladı fakat sonra bir adım daha attı. Dev yine kükredi ama kral yürümeye devam etti. Sonra birden garip bir şey fark etti: Deve yaklaştıkça dev gitgide küçülüyordu. Öyle ki yanına vardığında devin boyu artık küçük parmağı kadar kalmıştı. Kral o zaman eğilerek devi yerden aldı ve avucunun içine koydu. ‘Kimsin sen?’ dedi ona. Dev de dedi ki ‘Benim adım korku.’.” Velhasıl benim de kalemimin ucuna özgüvensizliğim dev olup gelip oturunca altı dakikalar yazıp zihnimi serbest bırakmaya çalışıyorum. Genelde de işe yarıyor.
Nedir bu altı dakika muhabbeti diyenleri, yazmaya meraklıları, yazmaya cesaret edemeyenleri ve katılmak isteyen herkesi 6 Haziran’da başlayacak çevrimiçi Yaratıcı Yazarlık Atölyemize bekliyoruz! Çünkü herkes yazabilir!